28 Şubat 2021 Pazar

KORONAVİRÜS PANDEMİSİ

Çin'in Vuhan şehrinde, 1 Aralık 2019 tarihinde ortaya çıkan ve kısa sürede tüm dünyayı etkisi altına alan Covid-19 pandemisi sebebiyle dünyada 113 milyon 761 bin 146 kişi koronaya yakalandı. Bu hastalardan 89 milyon 282 bin 527’si iyileşti fakat virüs nedeniyle 2 milyon 523 bin 74 hasta öldü.
İnsanlık, dünya üzerinde 1 Aralık 2019’a dek hiçbir yerde, bir kişinin bile maruz kalmadığı SARS-CoV-2 olarak adlandırılan yeni bir koronavirüsün neden olduğu pandemi ile mücadele ediyor.


Ülkemizde ilk vaka, Dünya Sağlık Örgütü tarafından küresel salgın ilan edilen 11 Mart 2020’de açıklandı. O günden bugüne ne zorluklarla geldik. 28 bin 432 vatandaşımızı koronadan kaybettik ama çok şükür ki; 2 milyon 556 bin 785 canımız da iyileşti.


TÜM DÜNYA AYNI DERTTEN MUZDARİP

Korona salgınını dünya üzerindeki herkes farklı şekilde deneyimledi ve deneyimlemeye de devam ediyor ne yazık ki.

Kimi ülkede, uzun genel karantina süreleri oldu, kimi ülkede hiç karantina ilan edilmedi. Bazı ülkelerde okullar kapanmadı, bazılarında ise eğitime uzun süre ara verildi. Çalışma şartları, yaşam koşulları farklı ülkelerde farklı şekillerde değişti ya da hiç değişmedi. Kimi ülkede koronavirüs kaynaklı ölümler çok fazla iken, kimi ülkede ölüm oranları çok düşük. Bütün bunlara rağmen; dünya üzerinde yaşayan tüm insanlar (korona vakalarının hiç görülmediği ülkelerde yaşayan şanslı azınlık hariç) tüm dünyaya yayılan bu salgın hastalık dolayısı ile dertleri bir olduğu için birbirlerini anladılar. 

İnsanlar yaşadıkları ve gördüklerine çok üzüldü. Aile üyelerini, yakınlarını ve arkadaşlarını bu hastalığa kurban verenler oldu, kendisine korona bulaşanlar olup bunlardan iyileşenler ve hayatını kaybedenler oldu. Tüm dünya ruhsal ve bedensel olarak çok yaralandı ve bu halen sürüyor.

     
COVİD-19 İNSANLARIN DOĞAL EMPATİ KURMALARINI SAĞLADI

Dünya üzerinde yaşayan her insan, korona sebebiyle birbirini anladı dedim ya; korona sayesinde de birbirlerini anladılar. Aynı ülkede, aynı şehirde, aynı mahalde, aynı iş yerinde, aynı okulda, aynı sınıfta, aynı ailede yaşayan insanların bile birbirini anlayamadığı, insanların giderek bencilleştiği ve karşısındaki kişinin duygu ve düşüncelerini önemsemediği günümüzde, farklı ülkelerde yaşayan insanlar birbirini anladı korona sayesinde bence. Koronavirüs insanlara birbirlerinin yaşadıklarını yaşattı, birbirlerinin hissettiklerini hissettirdi. Daha da ötesi kendilerinin korona yüzünden yaşadıklarını ve hissettiklerini, koronadan bağımsız olarak yaşayan ve hissedenleri anlamalarını sağladı. Bu çok değerli bence çünkü bu anlama hali, aynısı yaşanmıyorsa eğer sadece empati yaparak sağlanabilen bir şeydir. Empati de herkes tarafından başarılabilen bir şey değildir, belli bir EQ (duygusal zeka) seviyesi gerektirir. Bana göre Covid-19 insanların doğal empati kurmalarını sağladı. Doğal empati adlandırmasını şu an yaptım, bu tanım bana ait olabilir. Doğal empati; kişinin empati kuracağı karşısındaki kişinin yaşadıklarını daha önceden kendisi de yaşadığı için doğal bir şekilde kendisini onun yerine koyarak ne düşündüğünü ne hissettiğini kolayca anlayabilmesi ve ona göre davranabilmesidir.

Biz, 21.yüzyılda yaşayan insanlar, Covid-19 pandemisi sayesinde, 20.yüzyılda gerçekleşen İspanyol Gribi ve Hong Kong gribi salgınlarında insanların neler çektiklerini doğal empati ile anladık. Atalarımızın çok eski tarihlerde meydana gelen kara veba ve kolera salgınlarında yaşadıklarını ve hissettiklerini anladık. Tabii olarak o yıllarda, ki 14. yüzyıl ve 19. yüzyıldan bahsediyoruz, içinde bulunulan koşullar ile sahip olunan tıbbi bilgiler ve teknoloji günümüz seviyesinde olmasa da, salgın hastalık sebebiyle yaşanan ölüm aynı ölüm, salgından kurtulma çabası aynı çaba ve çekilen acılar aynı acılar idi.

PANDEMİ SAYESİNDE BİRBİRİMİZİ ANLADIK

Covid-19 salgını sebebiyle Türkiye ve başka pek çok ülke örgün öğretimde yüz yüze eğitime ara verdi ve uzaktan eğitime geçti. Bu sayede üniversite ve lise öğrencileri açık öğretimde okuyan arkadaşlarını anladı. Ortaokul, ilkokul ve anaokulunda olup online eğitim alan ve pandemi yasakları nedeniyle evden çıkamayan öğrenciler ise pandemi sayesinde evde eğitim gören engelli ve hasta arkadaşlarını, hastanede kalmak zorunda olup tüm dünyada ve ülkemizde bulunan hastane okulları/sınıflarında eğitim gören hasta arkadaşlarını anladılar.




Hem Türkiye’de hem de dünyada koronavirüs pandemisi nedeniyle bir araya gelemeyen birçok insan, çoğunlukla WhatsApp ve başka sohbet uygulamaları aracılığı ile görüntülü arama yaptı. Birbirlerine yakın ama uzak olan insanlar sevdiklerini görerek konuşmak istediklerinden iletişimlerini mecburiyetten bu yolla sağlamak zorunda kaldılar. “Keşke şu an ekranda değil de yanımda olsaydın” diyenlere sadece bu şekilde iletişim kurabilmek üzücü geldi. Örneğin, Covid-19 salgını önlemleri sebebiyle aynı kentte yaşayan evladı ile iletişimi aylardır görüntülü arama ile sağlamak durumunda kalan 65 yaş üstü bir anne, yurt dışında yaşayan evladı ile pandemiden önce aylardır sadece bu şekilde görüşebilen bir annenin yaşadıklarını yaşadı, hissettiklerini hissetti.

Sosyal insanlar koronavirüs sürecinde dışarı çıkamayıp arkadaşları ile görüşemeyince, yalnız insanların neler yaşadığını ve hissettiğini anladılar.

65 yaş ve üstü vatandaşlarımız, kronik rahatsızlığı olanlar ve 20 yaş altı olanlara bir süre sokağa çıkma yasağı vardı. Onlar da bu sayede, örneğin agorafobisi olduğu için sokağa hiç çıkamayan insanları, hapishanelerdeki mahkumları ve engelli olduğu için evden hiç çıkamayan insanları anladılar ve onların hissettiklerini hissettiler, tıpkı onların sıkıldığı gibi bu kişiler de evde sıkıldılar ama dışarı da çıkamadılar.

65 yaş ve üzeri vatandaşlar koronavirüs açısından riskli grupta bulundukları için sokağa çıkma yasağına tabi oldular. Bu yüzden toplumdan izole edilen insanlardan bazıları o güne kadar hiç yaşamadıkları ama bu hayatta pek çok insanın yaşamak zorunda bırakıldığı dışlanmanın ne demek olduğunu, insanın canını ne kadar acıttığını doğal empati ile anladılar.

Çalışan 65 yaş ve üstü yaşlılar iş yerlerine gidemedi, dükkanlarını açamadı. Ekonomik olarak sıkıntıya girdiler ve günümüzde daha çok yeni mezun gençlerin yaşadığı işsizliği, geçim derdini anladılar. Restoranlarda yeme-içme yasağı vb. nedenlerle müşteri kaybedip iş yerlerini kapatmak zorunda kalanlar, koronavirüs öncesinde çeşitli sebeplerle iflas eden dükkan sahiplerinin yaşadığı ekonomik sıkıntıları anladı.

YAŞAYARAK ANLAMAK EN DOĞRU ANLAMA

Korona hastalarından durumu ağır olanlar, devlet ve üniversite hastanelerinin Anesteziyoloji ve Reanimasyon ünitelerinde tedavi görüyorlar. Yoğun bakımda yatan korona hastalarının sayıca arttığı dönemlerde bu ünitede sürekli çalışan doktor ve hemşireler ile bu hastanelerin farklı bölümlerinde çalışan doktorlar ve hemşirelerin nöbetleşe çalıştığını biliyorum. Hastanelerin farklı bölümlerinde görevli doktorlar ve hemşireler korona yoğun bakım ünitelerinde çalışınca; buralarda zor koşullarda, saatlerce koruyucu maske ve kıyafetler içinde terden sırılsıklam olmuş bir şekilde ve korona bana da bulaşırsa korkusuyla fakat büyük bir özveri ile çalışan meslektaşlarının çektiklerini yaşayarak anladılar.



Yapılan araştırmalar göstermiş ki; şu an yaklaşık her dört kişiden birinde “ruhsal gerginlik/anksiyete”, her üç kişiden birinde de “umutsuzluk/mutsuzluk” işaretleri var. Korona salgını sona erdiğinde travma sonrası stres bozukluğu yaşayabilir insanlar. Prof. Dr. Osman Müftüoğlu okuduğum bir yazısında, “Covid-19 salgını yaygın ve yoğun bir kaygı salgınına da dönüşme eğiliminde. Ben bunu “KAYGI-21 salgını” diye adlandırıyorum diyor. İnsanlarda; en yakınlarım hastalanırsa ya onları koronadan kaybedersem, işimi kaybedip muhtaç duruma düşersem gibi korkular, korona bana da bulaşırsa, ben de hastalanıp hastaneye yatarsam gibi endişeler oluşuyor doğal olarak. Bence korona öncesinde hiçbir psikolojik sorun yaşamamış birçok birey korona sayesinde bir zamanlar dışladıkları ve damgaladıkları psikiyatrik hastalıklara sahip insanları, onların yaşadığı hisleri anladı. Örneğin, sağlıksız ve kalabalık ortamlarda kendisine virüs bulaşması endişesi yaşayan insanlar, ellerine sürekli kolonya sıkıyor, eve geldiklerinde ellerini iki kere sabunluyor vs. Bunları yapanlar, eskiden garipsedikleri ve eleştirdikleri obsesif kompulsif bozukluğa sahip insanları anladılar diye düşünüyorum.

PANDEMİDE IRKÇILIK GERİ GELDİ, NE ÜZÜCÜ

Koronavirüs Çin’de ortaya çıktığı ve oradan tüm dünyaya yayıldığı günden beri insanlar Asyalılardan uzaklaşmış. Azerbaycan’da Koreli bir çiftin sokaklarda ve toplu taşıma araçlarında tacize uğradığını okudum gazetede. ABD’li yöneticilerin Asyalılara karşı ayrımcılığı artmış. Asyalılara karşı bazı ülkelerde ırkçı saldırılar olmuş. Fransa'da Asyalılara karşı artan ayrımcılık karşısında sosyal medyada #JeNeSuisPasUnVirus hashtagi kullanılıyormuş. Anlamı; ben bir virüs değilim imiş.



Asyalı insanlar koronavirüs yüzünden, ABD’de sömürgecilik çağından beri devam eden Afrika kökenli siyah Amerikalıların uğradığı ırkçılık ve dışlanmanın aynısını yaşıyor bence. Yani Asyalı insanlar da koronavirüs sayesinde, Afrika kökenli siyah Amerikalılar gibi ayrımcılığa, dışlanmaya maruz kalan insanların yaşadığı sorunları, çektiği acıları doğal empati ile anladılar.

NE GÜZEL BİR HABER BU!

Geçtiğimiz günlerde Dünya Sağlık Örgütü pandemi döneminin en güzel, en sevindirici duyurularından birini yaptı ve Covid-19’un, 2022 yılının başlarında kontrol altına alınabileceğini belirtti.

Ben, korona salgını elbet bir gün bitecek diye düşünürken aklıma çok sevdiğim Leyla’nın Evi oyunundan bir sahne ve o sahnedeki replik gelmişti, onu sizinle paylaşmak istiyorum:

Boğaziçi’nde Bosnalılar Yalısı’nda doğup büyümüş paşa torunu Leyla Hanım, yalının yeni sahibi Ömer Cevheroğlu tarafından sokağa atılır. Evini geri almak için çabalarken der ki: Anneannem anlatmıştı, İstanbul işgal altındayken herkes birbirine “Bu da geçer ya hu!” dermiş. Sözler evlerin dükkanların duvarlarına asılırmış. Gidişim sadece dönmek içindir. “Bu da geçer yahu!” der ve elbet bir gün evine geri kavuşacağına dair inancını anlatır seyirciye. Bu güzel replik aklımda kalmış. Bu repliği hatırladığım gün ben de korona virüs için “Bu da geçer ya hu!” demiştim. Oyunun sonunda Leyla Hanım evine kavuşuyor. Biz de bu zor günlerin sonunda koronasız günlere kavuşuruz umarım.

Bize düşen; korona sayesinde anladıklarımızı unutmayarak bundan sonra daha vicdanlı, daha merhametli insanlar olabilmeye çalışmak, her şeye rağmen büyük bir umut ve sabırsızlıkla beklediğimiz o gün gelene kadar, kendimize iyi bakmak, ruh ve beden sağlığımızı korumak, yasaklara büyük bir titizlikle uymak ve maske-mesafe-hijyen kuralına dikkat etmek. Sağlıcakla kalın hepiniz.

Merve ERTEKİN






24 Ekim 2020 Cumartesi

COVİD-19 İLE HAYATIMIZA GİREN “SOSYAL MESAFE” KAVRAMI NE ANLAMA GELMEKTEDİR? NASIL DOĞMUŞTUR?

     Corona virüsün ülkemizde görülmeye başladığı Mart-2020 tarihinden itibaren hayatımıza giren “sosyal mesafe” kavramı; belirli bir sosyal sınıfa mensup olan herhangi bir ferdin, diğer sınıflarla ve o sınıflara mensup bulunan gruplar ve fertlerle olan hiyerarşik ilişkilerini, bir nüfus içindeki sınıfların birbirleri ile olan ilişkilerini ve belirli nüfusların aralarındaki sosyal farklılık ilişkilerini gösteren bir kavramdır. Bu tanım Toplumbilimci Emory Bogardus tarafından 1959  yılında yapılmıştır. Sosyal mesafe kavramı, Bogardus’a göre; kişiler ve gruplar arasındaki sempati veya antipati ile belirlenen mesafedir. Sosyal mesafe koymak bir tutumdur ve tutum ölçümlerinde ölçek kavramına başvuran ilk toplumbilimci Bogardus’tur. Bogardus’un 1925’te geliştirdiği sosyal mesafe ölçeği, herhangi bir kümenin toplumsal bakımdan benimsenme düzeyini saptamak üzere seçilmiş çeşitli maddelerden oluşmuştur. Bogardus bu ölçeği ilk defa ABD’de insanların farklı ırk, din, sınıf gibi gruplardan üyeler ile sosyal ilişkiye girmeyi kabul etme veya reddetme derecesini ölçmek için geliştirmiştir.

     Sosyal mesafe, sosyal psikolojide ırk, din, milliyet gibi farklı sosyal gruplardan üyelerin birbirlerini kabul veya reddetme derecesidir der Selçuk Budak.  Sosyolojik olarak sosyal mesafe (social distance) ise, sosyal grupların mahremiyet sınırlarını hangi mesafede çizmeye istekli olduklarını gösteren, toplumsal değişkenlere ya da ağlara dayalı benzerlik ya da yakınlık ve uzaklıktır der Marshall.

   Sosyoloji ve sosyal psikoloji açısından bakıldığında sosyal mesafenin tanımı ve toplum yaşamında kullanımı bu şekildedir.

 PSİKİYATRİ BİLİMİNDE SOSYAL MESAFE

     Ruhsal hastalığı bulunan insanların, içinde yaşadıkları toplum tarafından reddedilmesi sonucu toplumsal kaynaşmanın sağlanamadığının görülmesi ile sosyal mesafe kavramı doğmuştur. Whatley' in 1958-1959 yılları arasında yapmış olduğu sosyal mesafe çalışmaları, halkın psikiyatri hastası ile ilişki kurmaktaki istekliliğini değerlendirmede ilk çabalardır.

    Sosyal mesafe, kişilerin sosyal ilişkilerinde ruhsal hastalığı olanların katılımını ne kadar kabul ettiklerinin derecesidir. Halkın hastalarla kişisel bağlantı gerektiren durumlarda daha mesafeli olmak gerekliliği duyduğu, sosyal yakınlık içeren ortamlarda “akıl hastası” olarak tanımlanmış kimselerle etkileşimi kesme eğiliminin olduğu, göreceli olarak kişisel olmayan ortamlarda ise hastaların sosyal kabulünün daha fazla olduğu Whatley tarafından belirlenmiştir. Hastaların saldırgan olarak algılanmaları ve psikopatolojinin tipi de olması istenilen sosyal mesafeyi önemli ölçüde etkilemektedir.

 “Herkes sosyal mesafeyi uzak tutun diyor. Covid-19 sosyal mesafe ile değil, fiziksel mesafe ile bulaşıyor ya da bulaşmıyor"

     Ben bu konuda internette araştırma yaparken çok güzel bir videoya denk geldim: Odise Vuçinas ile Sosyal Atom adlı televizyon programının 11 Mayıs 2020 tarihinde yayınlanan bölümünün videosu imiş. Konuk, İstinye Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölüm Başkanı Prof. Dr. İlhan Tomanbay idi. O’nun neden sosyal mesafe değil de fiziksel mesafe tamlamasını kullanmamız gerektiğini anlattığı kısımdan edindiğim bilgileri sizinle paylaşmak istiyorum ki; doğrusunu bir sosyal çalışmacı olan Prof.den öğrenelim ve corona virüsle mücadele ederken “sosyal mesafe” demeyi bırakalım.

    Prof. Dr. İlhan Tomanbay, corona virüs pandemisinin anti sosyal bir pandemi haline geldiğini, insanların pandemiden ötürü birbirlerinden sosyal olarak uzaklaştığını, bu sosyal uzaklaşmanın da sosyal hastalıkları beraberinde getireceğini söyledi. Bu video 5 ay önce yayınlanmış. Eminim ki; bugünkü durum için de değerlendirmeleri vardır. İnsanlar birbirlerine sosyal olarak yakınlaştıkça sosyal hastalıkları azalır diyen Prof. sosyal hastalıkların tıbbi hastalıklara ve ruhsal hastalıklara kapı açacağını belirtti. Toplumda panik atak ve depresyon gibi hastalıklar görülmeye başladığından, akla önce psikolojinin geldiğini dile getirdi. Korku, kaygı ve panik nedeniyle ruh sağlığı bozulanların psikologlara başvurduğunu anlattı.

     Psikolojik yapımızı etkileyen temel etmenin sosyal yapımız olduğunu söyledi. “Türkiye’de sosyal ilişkiler, sosyal dürtüler gündeme gelmiyor. Sosyal korkular, sosyal ayrışmalar konuşulmuyor. Pandemide ruhsal yapımızı etkileyen en temel etken sosyal etkilerdir” dedi. Aslında sosyalliğin bugünlerde çok öne çıktığını fakat adını kimsenin koyamadığını ifade etti. Bununla ilgili güzel ve komik bir örnek verdi: Bir adam demiş ki; karımla evde oturuyoruz. Ne iyi bir insanmış 😊👫

   Tomanbay Hoca, covid-19 un fizyolojik etkilerinden çok sosyal etkilerinin daha fazla olduğunu belirtti. Pandeminin sosyal sorunlar  yarattığını söyledi. “Herkes sosyal mesafeyi uzak tutun diyor. Covid-19 sosyal mesafe ile değil, fiziksel mesafe ile bulaşıyor ya da bulaşmıyor. Tüm hekimlere sorunuz, kastettikleri fiziki mesafedir. Fizik mesafeyi kastederek sosyal mesafe denmesini anlamıyorum. Fizik mesafeyi koruyunca sosyal mesafemiz azalmıyor. Ben sevdiklerimle internet üzerinden görüntülü görüşüyorum. Telefonla konuşuyorum.” dedi. 

    Sosyali yeniden tanımlamak lazım diyen Prof. sosyal deyince hepimizin aklına el ele tutuşmak, yanak yanağa öpüşmek, dip dibe söyleşmek geliyor, bu değildir dedi. Bence de, bunlar yakın ilişkilerde olduğumuz ailemizle, sevdiklerimizle aramızdaki fiziksel ve duygusal yakınlaşmalardır. Coronadan korunmak için fiziki mesafe kuralına uyarak bunları eskisi gibi yapmıyoruz, hayatımızdan çıkardık aylardır zaten.


     “Sosyal mesafe, az tanınan insanlar arasındaki mesafeye, resmi görüşmelerdeki mesafeye denir. Başka bir tanımla da akrabalar, komşular arasındaki birebir ilişkilerdeki mesafedir sosyal mesafe.” diyerek sosyal mesafeyi anlattı Tomanbay Hoca. Uzaktaki arkadaşları ile görüntülü görüşmeler yaptığı ve bunun sosyal mesafeyi çok daha yakınlaştırdığı örneğini verdi. “Sosyal mesafeyi fizik mesafe olarak ölçmenin anlamı yoktur. Sosyal mesafe sosyogram ile ölçülür. Metre ile ölçülmez.” dedi hafif sitemkar bir tavırla.

  Programın yayınlandığı tarihte Ramazan Bayramı yakınlaştığı için, bayramda akrabalarımızla sosyal mesafenizi onları arayarak ya da görüntülü sohbet ederek yakın tutmamız gerektiğini söyledi. Whatsup gibi uygulamaların el ele, yüz yüze mesafenin tanımını değiştirdiğini anlattı. Arkadaşı Sosyolog ve Psikolog Prof. Dr. Ayşe Canatan’ın sosyal mesafenin eskiden ABD’de siyahlarla beyazları birbirinden uzak tutmak için ortaya atıldığını söylediğini belirtip, “Almanya’da haberlerde bir uzmanın bir kez sosyal mesafe dediğini sonra bunu düzelterek fiziki mesafe dediğini, İtalya’da haberlerde güvenlik mesafesi denildiğini, aynı İtalyanca haberin Türkiye’de yayınlanan Türkçe tercümesinde ise sosyal mesafe denildiğini anlattı.

 Her sorun, dönüp dolaşıp eğitim sistemine ne kadar çok önem verilmesi gerektiğine geliyor

      Prof. Dr. İlhan Tomanbay, bizim ülke olarak eğitim sisteminde öğrencilere dil-düşünce ilişkisini öğretemediğimizi vurguladı. Okullarda öğretmenlerin öğrencilere “ezberle” dediğini dile getirdi. “Dil bilincini öğretmediğimiz zaman, üniversiteden mezun olan bir öğrenci mesleği ile bağını kuramaz. Ezberlediklerini unutur ve gerçek yaşamla yüz yüze kalır” dedi. Bu nedenle, yurt dışın  dan duyduğumuz social distance terimini doğru mu yanlış mı diye düşünmeden kullanmaya başladığımızdan yakındı. Sözcük dağarcığımız çok dar dedi. Türkçenin mantığına uygun olanı seçmeli, güvenlik mesafesi ya da fizik mesafeyi kullanmalıyız dedi. Türk toplumu olarak, duyduğumuzu irdelemeden sorgulamadan kullanma alışkanlığımızdan vazgeçmeliyiz.

     “Sosyal mesafe deyince insanlarda başka bir algı ortaya çıkıyor. İnsanlara dokunmayacağız. Tam tersine deyiniz ki; birbirinizi telefonla arayın, internetten görüşün. Ben Türkiye’nin her tarafındaki öğrencilerimle görüntülü görüşüyorum. Zaman zaman birbirimizi özledik diye espriler de yapıyoruz ama iletişimimiz gayet iyi. Sosyal mesafemiz yakın, fizik mesafemiz uzak. İnsanları sosyal mesafe ile uzaklaştırmak aile içi şiddeti arttırır, umutsuzluklar, yalnızlıklar çoğalır. Depresyon, içe dönüklük artar. Sosyal mesafeyi, fizik mesafeyi koruyarak pompalamalıyız. Böylece güzel bir sosyal ağ ortaya çıkar. “Evde Kal Türkiye” görsellerine “Sosyal Ol Türkiye” görselleri eklenmeli! Sosyal ilişkinin olmadığı, kimsenin  birbirini tanımadığı yerde sosyal mesafe mi olur?” dedi Tomanbay. Kendi öğrencileri için hazırladığı bir mesajı okudu programın sonunda: “Gençler, bu koronalı günlerde fizik mesafelerinizi uzak tutarak sosyal mesafelerinizi daha da sıklaştırınız. Koronaya karşı direnebilmek için buna gereksinimimiz var. Ama uzaktan, ama uzaktan, ama uzaktan…” Ben, İlhan Hoca’nın bu mesajını çok beğendim.

     Beni, sosyal mesafe konusunda aydınlatan bu yayın için, sunucu Odise Vuçinas ve değerli bilgilerini bize sunduğu için de Prof. Dr. İlhan Tomanbay Hoca’ya çok teşekkür ediyorum.

                           SOSYAL MESAFE DEĞİL FİZİKSEL MESAFE DİYELİM

  İnsanların aralarına sosyal mesafe koymaları, sosyolojik açıdan toplumsal birliğin bozulmasına, psikiyatrik açıdan ise ruhsal hastalığa sahip olanların; toplumla yeniden kaynaşması ve eski işlevselliğine dönmesinin sağlanamamasına, dışlanmışlık hissi ile yaralanmalarına  neden olacağı için istenmeyen bir durumdur.

 

    Peki öyleyse Sağlık Bakanımız bizden neden corona virüsten korunmamız için sosyal mesafeyi korumamızı istiyor? Haber bültenlerinde neden sosyal mesafe vurgulanıyor? Market kasalarındaki sıralarda, bankamatik sıralarında vs.de  niçin 1,5 metre sosyal mesafeyi koruyalım uyarı etiketleri var yerlerde? Çünkü sosyal mesafenin anlamı bilinmiyor ve yanlış kullanılıyor. Aslında söylenmek istenen sosyal mesafe değil fiziksel mesafe.

 


Çin’de, aralarındaki fiziksel mesafeyi korumak için kendi tasarladıkları şapkaları giyen öğrenciler 😃

      ‘Gündemi meşgul eden sağlık terimleri’ başlıklı eleştiri yazısında, Hamza Zülfikar diyor ki; “Batı’dan gelen sosyal (social) dile katıldı. Ona da toplumsal dendi. Sosyal ile bugün dilde kırktan fazla kelime var. Şimdi bunlara bir de sosyal mesafe eklendi; toplumsal aralık, toplumsal mesafe denebilirdi.” Ona çok katılıyorum. Hem insanların daha kolay anlaması açısından hem de yabancı dilden gelen dağarcığın artmaması açısından keşke “toplumsal mesafe” tamlaması kullanılsa idi en baştan.

    Ben, sosyal mesafe kavramını; Dr. G. Özge Doğanavşargil’in halk sağlığı yüksek lisans tezinde okumuş, anlamını ve psikiyatrideki yerini onun bu tezinden öğrenmiştim. Bu yazıyı yazmadan önce, O’nun adını not aldığım bu tezini yeniden buldum ve yazımı yazarken yararlandım. Kendisine çok teşekkür ediyorum yazım aracılığıyla.

     Sosyal mesafenin sosyolojide ve sosyal psikolojide ne anlama geldiğini ve nasıl doğduğunu ve kullanıldığını ise bu yazım için araştırdım. Bu konuda, Bahset Karslı’nın Toplumsal Birlikteliklerde Öncelikler: Kabullenme ve Dışlamanın Sosyo-Psikolojik Temelleri başlıklı makalesinden yararlandım. Ona da teşekkürlerimi sunuyorum.

     Yaşadığımız pandemi sürecinde, “sosyal mesafe” yerine “fiziksel mesafe” ya da sadece “mesafe” denilmesi gerektiğini yazan gazeteciler, sosyologlar ve psikologların var olduğunu yazım için araştırma yaparken gördüm. Halkın geneli onların yazılarını okuyup, açıklamalarını dinlemedikleri için kendilerine başta Sağlık Bakanımız tarafından kullanmaları söylenen ve yazılı ve de görsel basın aracılığı ile yinelenen “sosyal mesafe” tamlamasını kullanmaya halen devam ediyor. Dilerim benim bu yazım, okuyanlarda bu konuda, hem anlam hem de kullanım açısından bir farkındalık oluşturulmasına naçizane bir katkı yapar.

 

Merve ERTEKİN


10 Ağustos 2012 Cuma

Siz Hiç LSV Dükkan Çikolatası Tattınız mı?

LSV Dükkan yani Lösev Dükkan’ında lösemili çocuklarımızın anneleri kendi elleriyle hazırladıkları organik kurabiyeler ve birbirinden renkli el emeği, göz nuru el işlerini sizlere sunuyor. LSV Dükkan bundan tam 12 sene önce LÖSEV Ankara’da, küçücük bir atölyede 5 anne ile başlayan bir çalışmayken bugün yüzlerce annenin ekmek parasını kazandığı meslek atölyeleri haline geldi.   


Beslenme ile kanser arasındaki yakın ilişkiye dikkat çekmek için kurulan bu minicik atölye, seneler içerisinde azim, sevgi ve inançla büyüdü. Giderek büyüyen ve insanın içini ısıtan bu başarı öyküsü, LSV Dükkan markasını yaratmaya kadar uzandı. Lösemili çocuklarımızın annelerinin umutlarını, hayallerini işlediği, sevgiyle yoğurduğu her bir LSV Dükkan ürünü sevgili çocuklarımızı hayata bağlayacak. Tüm renkleri ve lezzetleri ile Türkiye’nin her yerinden LSV Dükkan’a http://www.lsvdukkan.com/ ulaşabilirsiniz ve sipariş verebilirsiniz.

Lösev’i Twitter’da http://twitter.com/losev1998" target="_blank">@losev1998</a></strong> hesabından takip edebilir, <strong><a target="_blank" href="http://twitter.com/#!/search/?q=%23LosevHayatVerir&src=typd" target="_blank">#LosevHayatVerir</a></strong> hashtag’i ile  paylaşımlarınızla destekleyebilirsiniz. http://www.bumads.com.tr?clientid=471b846b-d59d-410c-8d35-0929c873ffb5&offerid=311

28 Nisan 2012 Cumartesi

Erzurum Devlet Tiyatrosu oyuncuları, Ankaralı öğrencilerin minik yüreklerinde tatlı bir "Fırtına" estirdi


     27 Nisan 2012 Cuma günü, Altındağ Tiyatrosu'nda sahnelenen "Fırtına" adlı oyunun saat 11:00’deki seansındaydım. Bu yıl, 24–29 Nisan tarihleri arasında 8'incisi gerçekleştirilen “Küçük Hanımlar Küçük Beyler Uluslararası Çocuk Tiyatroları Festivali”ni çok seviyorum, çocukları çok mutlu eden bir festival. Ben de, festivali takip ederek; çocuk oyunları hakkındaki bilgilerimi artırma fırsatı buluyorum. Geçen seneki festivalde daha fazla oyun izleyebilmiştim. Bu da geçen sene yazdığım yazım:

       Bu sene, ilk, "Fırtına"yı izleyebildim. Bakalım, belki bugün de Karlar Kraliçesi'ni izleyeceğim. Bir de yarın var oyunlar; festival yarın sona eriyor L

“Küçük Hanımlar Küçük Beyler Uluslararası Çocuk Tiyatroları Festivali”, adını ve konseptini, Büyük Önder Atatürk’ün çocuklara yönelik şu söyleminden almış:

“Küçük Hanımlar Küçük Beyler”
Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız.
Memleketi asıl aydınlığa boğacak sizsiniz.
Kendinizin ne kadar mühim, kıymetli olduğunuzu düşünerek,
Ona göre çalışınız.
Sizlerden çok şeyler bekliyoruz!

M. Kemal ATATÜRK

Atatürk’ün çocuklara armağan ettiği “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”na tiyatro sanatı ile katkıda bulunmak, Türk Tiyatrosu’nun dünya çocukları yoluyla yurtdışına açılımını sağlamak, tanıtmak ve yurtdışında bu daldaki gelişmeleri takip ederek, kültürlerarası değişim ve gelişime hizmet etmek amacıyla, 2005 yılından bu yana her yıl 24–29 Nisan tarihleri arasında Ankara’da düzenlenen bu muhteşem festival için "Teşekkürler Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü!". 

"Aaa gazeteci mi?" J

      O gün sabah, Altındağ Tiyatrosu'na gittim. Öğrencilerin fotoğraflarını çekmeye başladım hemen J Yalnız fotoğraf makinem yoktu, o kötü oldu işte L Salonda ön sıralarda oturan kız öğrencilerden biri fotoğraf çektiğimi görünce; "Hocam, bizim fotoğrafımızı da çeker misiniz?" dedi. Gülümsedim, "ben öğretmen değilim, gazeteciyim" dedim. Bunu duyunca şaşırdı. "Aaa gazeteci mi?" dedi. İmza istedi benden. Bu kez ben şaşırdım. "Ben ünlü bir gazeteci değilim ki" dedim J Çok istedi, kıramadım, tamam vereyim sana imzamı dedim. Defterimden bir kağıt kopardım, imzaladım verdim. Çok mutlu oldu, bu durum beni de çok mutlu etti tabii haliyle Sonra onun benden imza aldığını gören diğer arkadaşları da istemeye başladılar Ben, daha da şaşırdım, başıma ilk kez böyle bir şey geliyor çünkü J Onlara da imza verdim. Sonrasında birçok öğrenciye de… Defterimde kağıt kalmadı koparıp koparıp imza vermekten  J J J Fotoğraflarını çekmeye devam ettim sonra. Öğrencilerden bazıları yanıma gelerek; "abla bizim fotoğrafımızı da çeker misin?" demeye devam etti J Tamam dedim, çektim fotoğraflarını. Bana çok güzel pozlar verdiler, fotoğraflarını bir gazeteci çekiyor diye mutluluk duyarak J Öğretmenlerden biri teşekkür etti, öğrencileri mutlu ettiniz sağ olun dedi. "Rica ederim" dedim. O da sağ olsun... Aklıma bloğumun adresini de kağıtlara yazıp; öğrencilere dağıtmak geldi. Yazdım, verdim ellerine. "Bu adreste fotoğraflarınızı yayınlayacağım, internetten bakarsınız" dedim. Çok sevindiler Umarım ve dilerim ki; adresimi verdiğim her öğrenci, internete girip bakabalir yazıma ve fotoğraflarına.

İşte fotoğraflarınız, çocuklar! J

Salona girerken:

Ulubey İ.Ö.O ve İhsan Sungu İ.Ö.O öğrencileri




"Abla, bizim fotoğrafımızı da çekebilir misin?" diyen öğrenciler:

 










Yerlerimizi aldık, bekliyoruz. Oyunumuzun başlamasına on dakika varr! :)))





      İmza isteyen öğrencilerden biri, sahneyi göstererek; "Siz de oradaymışsınız gibi değil mi?" dedi. Önce bir durdum, ne demek istiyor ki diye düşündüm. Sonra neyi kastetmek istediğini anladım. Sanırım; "Siz de oyuncuymuşsunuz gibi, siz de ünlüymüşsünüz gibi sizden de imza istiyoruz." demek istedi. Ray Charles'ın "Hiçbir zaman meşhur olmak istemedim, sadece müthiş olmak istedim." sözüdür ünlü olmak konusundaki görüşüm. Bu nedenle benden imza istedilerse de (ki ünlü olmadığım halde), benim için önemli olan bu yazımı okuyup; beğenmeleridir, imza istemeleri değil.

Tebrikler!..

     Gelelim bayıldığım oyuna; "Fırtına"ya!
     "Bir gemi kazası… Issız bir adaya düşen insanlar, intikam yemini etmiş devrik bir hükümdar. Onları aynı adada buluşturan kader mi? Şimdi hesaplaşma vakti. İntikam, erdem ve bağışlama üzerine bir macera. Shakespeare Erzurum'da." diye anlatılıyor Fırtına, Devlet Tiyatroları'nın internet sitesinde.

Oyundan fotoğraflar:

Fırtına çıktı! :)



Oyunun bitiminde; oyuncular, çocukları selamlarken.  Ayakta alkışlandılar!..


     6-16 yaşa uygun olarak; William Shakespeare'in 'Fırtına'sından, Zerrin Akdenizli tarafından uyarlanan oyun, Erzurum DT'da sahneleniyor. Oyun 2 perde, süresi 1 saat 30 dakika. Oyunun yönetmeni Kutay Sungar'ı da çok tebrik ediyorum… Oyun müzikleri çok güzeldi, müziklerin kime ait olduğunu öğrenemedim ama besteci-söz yazarı kimse ya da kimlerse, onu ya da onları da çok ama çok tebrik ediyorum. Veee, harika bir performans sergilediklerini düşündüğüm Erzurum Devlet Tiyatrosu oyuncularını da! Çocuklar da bayıldı, gördüm, siz de gördünüz sahneden :)) Özellikle salonda koşturduğunuz anlarda çok mutlu oldular, eğlendiler... Tebrikler Erzurum DT!..

Teşekkürler!..

     O güzel çocukları tiyatro oyunu izlemeye getiren okullarına ve öğretmenlerine de çok teşekkür ediyorum çünkü gözlemledim; çok mutlu oldular…

     Son olarak, mesajım; özellikle anne-babalara, ablalara ve abilere; "Çocukları tiyatroya götürün! Götürmelisiniz!"

26 Nisan 2012 Perşembe

GÜNÜN SÖZÜ:
"Kendini adamış, bilinçli, küçük bir grup insanın dünyayı değiştirebileceğinden asla şüphe etmeyiniz. Aslına bakarsanız, şimdiye kadar bunu başarmış olan yalnızca onlardır."

                                                      Margaret Meade

29 Ağustos 2011 Pazartesi

PTT'den vatandaşa hediye; bayram kartpostalları

PTT, bu bayram çok güzel bir uygulama yapmış: "Kart bizden, göndermek sizden" diyor.
Bu uygulama için PTT yönetimini tebrik ediyorum şahsen. Hazırladıkları kartpostallara bayıldım :) ve bu üçünü aldım postaneden. Teşekkürler PTT! :))

Bir Van Kedim olsun istiyorum :)


İşte bu tarihi garı görmeyi çok istiyorum.


Bu camiyi görmeyi de çok istiyorum ama bana Onur Abi'yi hatırlatıyor bu cami ;(